DOLAR 32,2903 % -0.6
EURO 34,8043 % -0.4
GRAM ALTIN 2.408,30 % -0,60
ÇEYREK A. 3.937,57 % -0,60
BITCOIN 57.549,02 -4.353
ÜYE PANELİ
SON DAKİKA
hava 11°

BİR ADAM; SUYU ARIYORDU

Son Güncelleme :

30 Ocak 2019 - 10:16

Türk insanının aydınlarıdır bu insanlar. İlk önce kendini, kendi milletini bilip, sonra dünyalı olmayı, diğer milletlerin renk, desen, ses ve kültürlerini saygı ve sevgiyle kabul eden insanlar…

 

Bu insanlardan birisi de bizim diyarın topraklarında, göçlerin hüzünlü hikâyelerinde büyümüş bir aydın; Şevket Süreyya Aydemir’dir. Onu ne kadar anlatsak az kalır… Tıpkı Köy Enstitülü insanların niçin bu kadar farklı olduklarını anlatmaya çalışsak da yetersiz kalacağımız gibi…

 

Onlardaki ortak ruh; bir bütün parçası olmanın büyük, yüksek ve ilahi erdemi, onların genetik yapılarında kök salmasından ötürüdür…

 

Şevket Süreyya Aydemir de her aydının yaptığını yapar; suyu arar; Rama Krişma gibi… Niceleri gibi… Buldu mu bilinmez… Geride bıraktığı eserleri; bugünün kuraklığına, belki yarının çölleşmesine iyi geliyor; gelecek…

 

Oda bizim gibi; göçmen çocuğuydu. Biliyordu; Anadolu’dan Rumeli’ye akan Türk insanının zarif, suskun türküsünü. Geçmişin parıldayan, güçlere güç katan orduların başkenti Edirne’de doğmuştu. Onun Edirne’si halen fark edilememiş güzellikte; saygın, zarif ve barbarlığı çoktan yenmiş bir güzellik içinde; sınırı bekleyen bir kalenin en yüksek, alımlı burcu gibi; er meydanı ve Selimiye’nin kutsiyeti içinde bekliyor milletimizin uyanışını…

 

Şevket Süreyya’nın Edirne’si bir başkadır. Yüz on yıl öncesinin Edirne’si için şöyle der Şevket Süreyya Aydemir; “ Bizim şehrimizde Edirne’de din, bir korku yahut bir sır olmaktan ziyade bir dünya nizamı gibiydi. Şehirde doğan yaşayan bir insan, hatta hiç başını secdeye koymamış olsa bile, gökleri delen minarelerin şerefelerinden, günde beş defa adı dünyaya ilan edilen üstün varlığın ve onun dünyaya gönderdiği kutsal elçisinin şanlarını ister istemez ruhunda duyardı.”

Suyu arayan adamın ilk Anadolu heyecanı Yedek Subaylı zamanına rastlar. Balkan Harbi yeni bitmiş, Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Türk milletinin cepheden cepheye koştuğu, ağır ağır kıyılıp eridiği yıllar…

 

Anadolu’yu ilk kez tanıyacak, görecek; gördüklerini şaşmaz bir arayışın adil duygularıyla tarihe ödenmesi gereken borcun karşılığı olarak ödeyecektir.

 

Haydarpaşa nice büyük olaya; cepheden cepheye, kentten kente insan taşıyıp, ayırıp buluşturduğu gibi yine tarihi bir ana tanıklık ediyordu. Doğuya doğru yol alacak; Anadolu’nun derinlerine uzanacak rayların treninde Şevket Süreyya Aydemir’de vardır. Bildik sakalı, bıyığı henüz terlemiş; belki terlememiş bir delikanlı, meraklı bir aydın olarak…

 

Trenin bozkır ortasında ilerleyişi o güne kadar gördüğü topraklara benzemiyordu. Onun sözcükleriyle; “ Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir dal görünmüyordu.

 

Demek ki Anadolu buydu! Anadolu gerçeğinin artık karşısında ve içinde bulunuyorduk. Ne var ki, gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim, Anadolu’ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin, dünyanın hazinesi Anadolu’ya hiç benzemiyordu.”

 

Kızılırmak ona göründüğünde yine şaşıracaktı. Onun Meriç nehri uzaklarda kalmıştı. Kayseri Sivas arasında gördüğü Kızılırmak büyük şaşkınlık yaratır; “ Kızılırmak, çiçeklere tarınmış gibi değildi. Havasında hiçbir musiki ürpertisi esmiyordu. Dalgaları akmaktan ziyade, itişe kakışa yuvarlanıyor gibiydi. Somurtkan, dertli bir görünüşü vardı.”

 

O suyu ararken, harbi anlatmaktan öte; Anadolu insanını; aynı zamanda bizi, bize anlatmak ister. Gözleriyle görüp dokunduğu, tüm ruhu ve bedeniyle hissettiği geri kalmışlığı, tüm çoraklığı, acımasızlığı, fukaralığı, zenginliğiyle birlikte gözler önüne sermek ister…

 

Askerleri, çaresizliklerini, bilgiden, kültürden yoksunluklarını görünce şu notu düşer; “ O zaman, benim anlayabildiğime göre, bizim askerler, teker teker fert olarak, dikkate değer birer varlık olmaktan ziyade, bir topluluk, bir küme unsuru idiler. Bu küme, bu toplum içinde her şeye kolayca ayak uydurabiliyordu. Fakat bunlardan herhangi biri topluluktan ayrılıp da tek başına kaldığında, kendi teşebbüsüyle, müstakil bir hareket yolu tayin etmekten aciz kalırdı.”

 

Bu çaresizliği, sefaleti, yoksulluğu ve cehaleti kendi kendine şu şekilde konuşuyordu;

 

“ Pekiyi ama diyordum, bu insanlar kendi sefaletlerinden niçin sorumlu olsunlar? Evet, kendi maddi manevi sefaletlerinden? Yüzyıllar boyunca bu insanlara ne verdik? Köylerine yol mu yaptık? Yol başına mektep mi kurduk? Cami, muallim, imam var mı? Hastalıklarıyla mı savaştık? Eşkıyaya, toprak ağasına, şeyhe, zorluklara karşı onu koruduk mu? Verdiği vergileri, aldığımız askerleri ne yaptığımızı söyledik mi?”

 

Suyu arayan her aydın gibi Şevket Süreyya Aydemir de bu çoraklık, hoyratlık, cehalet ile böyle yüzleşir; gördüklerini, hissettiklerini edebi, ilmi, felsefi ve sosyolojinin dünyasıyla birleştirir…

 

Bir kez daha düşünüyorum; köy enstitü çıkışlı ve onların devamı olan liselerde okuyan insanların ortak taraflarının niçin hep güleç ve aydınlık olduğunu! Çünkü o çocukların yoksullukları, cehaleti, görgüsüzlükleri; zanaat, sanat, ilim, edebiyat, fen, matematikle şekillendi, yoğruldu. Bilme, konuşma, üretme ve fert olmakla tanıştılar; küme, topluluk olmanın ötesinde, kendilerini de fark ettiler. Her uygar milletin fertleri gibi…

 

İnsan olmak böyle bir şey; başlamaya görsün öğrenme isteği; bütün sınırlar, milletler ağır ağır, iç içe geçer; bütün gözyaşları, acılar, sefalet, yoksulluk ve zenginlik, çareler, çaresizlikler hep birbirine benzer; ağıtlar, şiirler, marşlar gibi…