İnsanın tanımlayacağı ve tanımlayamayacağı ne kadar çok ses var. Renkler, düşünceler gibi; iç içe geçmiş ve bizi biz yapan, dünü, bugünü ve yarını tanımlayacak ve anlatan sesler…
Ganos Dağlarıyla tanışalı yıllar oldu. Uçmakdere, Yeniköy, Gaziköy arasında binlerce tepe, yüzlerce vadi ve plato; kimi kamp ve bazen de yürüyüşlerimize, dağların, bulutların, rüzgârın izdüşümüne tanıklık etti. Unutmadan yazayım; kokuların da…
Yol alındı, öteden bu güne. Karatavukların, çobanaldatan kuşlarının, bülbüllerin, sakaların sesleri duyuldu. Tilkilerin geceye haykırışları, domuzların homurtuları ve Homeros Destanının bitip tükenmeyen hikâyelerinin tanrı, tanrıçaları hissedildi.
Kış mevsimi kapıdayken, Pastırma sıcakları henüz başlamak üzere! Her sonbahar yapmış olduğumuz gibi, Ganoslarda (Işıklar) kamp zamanı ; Yunus Usta ve Bülent Yorulmazla birlikte yola koyulduk.
Heyecan büyük! Bülent ile birlikte uyku tulumlarını yeniledik. Yöreye ve bedenimize uygun uyku tulumlarına ilk kez sahip oluyoruz. Bekleme süreleri, hazmetme; diğer bir değişle, sabrın güzel kıpırtıları…
Kamp alanımız her daim farklı bölgelerde olması, bölgeyi tanımak, doğayı, Ganosları ve oralara sinen ruhların hikâyesini anlamak gibi bir şey. Ekilmeyen bağları, boşalan köyleri, yok olmuş çiftçiliği, hayvancılığı da görüyoruz her defasında. Ve henüz bir bebek olan turizm hareketini…
Bu gezimizin, kampımızın ana teması; Ganoslarda Bir Ses! Sesler… Tıpkı, Bianel etkinliklerinde ki gibi; Komşuluk İlişkilerini işlerken, etrafımızı dinlemek, anlamak, kayıplarımızı masaya yatırmak amaçlı…
Doğanın doğallığı hızla bozuluyor. Ganoslarda ki olur olmaz yerlerde yapılan piknikler, yeterince korunmayan çam ormanlarında sadece bu yıl; önemli yangınlar meydana geldi. Elli yılda büyüyen çamlar; şimdi simsiyah…
Kimin kusuru? Cehaletin mi? Gamsızlığın mı? Sorumsuzluğun mu? Hepimizin mi?
Ganoslardayız. Acele etmeliyiz! Gün erken kararıyor. Kamp alanımız hakkında tahmini bir fikrimiz var. Tam olarak yer belirlenmedi. Aracı durdurup çok aceleyle uygun yerlerin olup olmadığına bakıyoruz.
Kalacağımız yerin deniz görüşü ve kuru odun zenginliği olmazsa olmazlarımızdan. Birkaç yeri çok hızla gözlemliyoruz. Bize uygun değil. Günün geceye kavuşmasına çok az zaman kaldı. Aradığımız alanı; Uçmakdere’nin biraz berisinde, yine bir Ganos Tepesinde bulduk. Aceleyle eşyalarımız, kamp alanına taşındı.
El birliğiyle çadırlar kuruldu. Çevrede ki kuru odunlar toplandı. Ateş yandı. Ateşin yandığı yer hiçbir zaman çam ormanları olmadı. Yasak olduğunu bilmekten öte, yangına elverişli olduğunu bilmek, yaş bir ağacın yanması, içimizin yanacağı anlamına da geliyor.
Doğanın en güzel tecrübesi; ne kadar koşulsuz ve ona yaslanır, onun canını yakmazsan, o kadar doğurgan ve bonkör oluşudur. Bizim acele edişimizi, tekrar misafirliğe gelişimizi iyi karşılamış olmalı ki; gün batmadan çadırları kurmaktan çok öte, odun toplayıp ateşimizin yanışı, balıkların odun ateşinde pişirilişi ve akşam yemeğinin yenmesi bile gün ışığında oldu.
Yunus Ustanın yeni mahsul şarabı; tam kıvamındaydı. Yunus Usta bu kıvama bir söz söyledi; şiirsel bir felsefe misali;
“ Üzümün şıraya, şıranın şaraba dönme hikâyesi; bir adım daha atıp ruha ulaşmasına kadar gider.”
Gece çöktüğünde; Ganoslara sesler hâkim olur. Bu seferki ses, diğer sesleri çoktan bastırmış; kuzeyin ıslık çalan rüzgârına dönüşmüştü. Poyraz, yörenin, bölgemizin efendisi olduğunu her daim son sözün kendisinde olduğunu anlatıyor.
Bizi koruyan kuzey tepecikleri ve kamp ateşinin hemen yanında bulunan sık meşe ağaçları, onların arasına taht kurmuş yaban erguvanlarıydı. Biraz ötede; asfalt yol; Tekirdağ’dan gelip, Şarköy’e, Gelibolu’na kadar uzanıyor. Yol, tüm gece işledi. Araç sesleri, insanların gecenin içinde bile; şehirden şehre, köyden köye gittiğini anlatıyor.
Poyrazın sesi tüm gece devam etti. Bulunduğumuz yerin öyle bir özelliği var ki; on metre ötesi, poyraz, on metre berisi; güney iklimi… Ara sıra Gün Batısı Poyraza baş kaldırıyor. Ama olmuyor. Poyraz galip geliyor.
Ganoslarda bir ses! Çok şeyi anlatıyor. Bir karatavuğun, tilkinin sesi de olabilir, bir aracın veya araçtan yola atılan bir şişenin… Gecenin yarısından çok öte, yatmaya çekildiğimizde bir başka ses; sesler, çadırı yoklayan gün batısı rüzgârı. Meşelere, karaçalılara dokunup geçen rüzgârın tiz sesleri; her şeyin gecede, dinlencede ve seslerin avuntulu ninnilerinde gizli olduğunu; bu gizemin içinde küçük rollerimizin içinde kıvranıp duran insancıklar olduğumuzu hatırlatıyor.
Kamp ateşinin etrafında kendi seslerimiz; düşüncelerimiz de ateşin odunu, kora, küle dönüştürmesi gibi dönüşüm yaşadı. Buralardan giden, buralara gelen; hiç durmayan zorunlu, gönüllü göçlerin hikâyesi…
Bu hikâyeleri anlatan bir ses; “ Ağlayanın malı, gülene yar olmaz!” Ganosların Diyarında, bu sesler de karışıyordu kuzey rüzgârının türküsüne, ağıtlarına veya öteden beri olan şiirsel seslenişine.