DOLAR 32,4231 % -0.22
EURO 34,8642 % -0.01
GRAM ALTIN 2.419,63 % -0,13
ÇEYREK A. 3.956,10 % -0,13
BITCOIN 58.066,00 -4.472
ÜYE PANELİ
SON DAKİKA
hava

SESSİZLİK ÇIĞLIĞIN TACIDIR

Son Güncelleme :

27 Şubat 2020 - 15:22

 

Birkaç yüzyılda dünya nüfusunun nereden nereye geldiğini bir düşünsenize? Milyonlar, birkaç yüzyılda milyarlara erişti. Bunca insan ve inanılmaz bir uğultu, bağırış, sesleniş, haykırış ve ortalığa saçılan gürültü karmaşası içinde vaziyeti idare eden diğer türler…

 

Oradan oraya göç eden uygarlıklar, birbirini yutmak, yok etmek için savaş eden krallıklar gibi, büyüğün içine dolan küçük umutlar; sel ve dünya suları gibi, bir yandan diğerine akma mecburiyeti içindeler…

 

Bu korkunç seslerin, karmaşa ve kargaşanın karşısında durur Samuel Beckett. Ağız denilen insan boşluğundan çıkacak her sese, boşlukta kaybolacak nefeslerin ses selleri olarak bakar. Beckett’in sevdiği boşluk, sessizliğin boşluğudur.

 

Beckett’in 1950’li yılların başında yazdığı Godot’yu Beklerken oyunu, İkinci Dünya Savaşı sonrası insanların sessizliğidir aynı zamanda. Yani,”çığlığın tacı olan sessizlik…” Godot’yu Beklerken oyunu, iki sahnelik ve iki karakter; Gogo ile Didi ( Vladimir ile Estragon) üzerine kurulmuştur. İki saatlik trajikomik oyun, yaşayan gezegen karşısındaki yaşam telaşımızın anlamını ve anlamsızlığını, insanların kendi içlerinde yarattıkları binlerce kavramın karşılığını ve karşılıksızlığını bir güzel anlatır, gösterir…

 

Birinci sahne; bir köy yolu ve bir ağacın yanında başlar. İnsanın, insanlığın sahnelerinden sadece birisi… Belki de damıtılmış olan özü; mavi boşluk içerisinde karakterlerden birisi gökyüzüne çevirdiği yüzü ve iradesiyle çok önemli bir gözlem yapıyormuş ciddiyetindir. Diğeri ise ayağını sıkan ayakkabılarını çıkarma eziyeti içinde; “ Yapacak hiçbir iş yok” der. Diğeri; “ Ben de tam bu konuyu düşünüyordum. Hayatım boyunca kendine, ‘ mantıklı ol Vladimir henüz her şeyi denemiş değilsin.’ Demiş, karşı koymuştum bu fikre. Ve hiç pis etmedim.”

 

Bu tür diyaloglar iki saat boyunca bir köy yolunda, taşlık bölgenin tek ağacının hemen yanında sürüp gider;

 

“ Bazen son ânın geldiğini hissederim. O zaman iyice telaşlanırım. Nasıl desem… Hem rahatlarım… Hem, korkuya kapılırım…”

 

Estragon Vladimir’e sorar; “ Bizim rolümüz ne? Rolümüz mü? Telaşlanma! Yalvar yakar olacağız…

 

O kadar aşağılanacak mıyız? Artık hiçbir hakkımız yok mu? Yasak olmasa gülerdim bu sözüne! Haklarımızı kaybettik öyle mi? Onlardan kurtulduk…”

 

Vladimir, hatırlayanın, sorgulayanın peşindeyken, Estragon her daim unutanın ve her gün yaşama yeniden başlayan bir insanın ruhsal durumu içindedir…

 

İki insan ve iki ayrı dünyanın canlıları gibi zıtlıkları içinde birbirini tamamlarlar… Dünya insanlarının, milletlerinin kendi zıtlıkları içerisinde bunca ölümcül savaş yapmalarına rağmen birbirinden kaçamayıp, birbirlerine ihtiyaç duyup sokuldukları gibi…

 

Birbirlerine iki zıt karakter, Samuel Beckett’in yazmış oldukları oyun gereği günlerdir ne olduğunu, kim olduğunu bilmedikleri birisi; Godot’yu beklerler… Her bekleyiş sonunda gün geceye kavuşur ve bir gün sonra tekrar aynı yere; köy yoluna, taşların içerisinde yaşam bulmuş ağacın yanına; bekleme yerine dönerler.

 

Godot nasıl birisidir? Nedir? Uzun mu, kısa mı, insan mı, in mi, cin mi; bildikleri bir şey yoktur… İnsanın, insanlığın beklediği gibi, yaşamlarında bir rüyaya dönüşmüş o büyük sürprizi bekler dururlar…

 

Biz insanların, hepimizin yaptığı şey bu değil midir? Ölümlü olduğunu bile bile ölümcül kavgalar, mal-mülk, kin-nefret, hınç biriktirmeler hep bizim ölümsüzlük hapı yutmuş karakterimizin bir parçası değil midir?

 

Vlidamir ile Estragon yine bir kavga anında, her defasında yaptıkları gibi birbirlerini suçlarlar. Ve aralarındaki atışmalar, iki sosyolog konuşmasına dönüşür;

 

“ Ayrılsak daha iyi olur. Her seferinde böyle dersin, sonra kuyruğu kıstırıp yine geri dönersin. En iyisi öldürmem, öbürü gibi! Öbürü mü? Öbürü de kim? Milyarlarcası gibi… Her insan çarmıhını sırtında taşır. Ölene dek… Ve unutulur…

 

Mademki susmasını beceremiyoruz… Beklerken sakin konuşmaya çalışalım. Haklısın, biz tükenmeyiz. Düşünmeyelim diye özrümüz var. İstemeyelim diye. Nedenlerimiz var. Bütün ölü sesleri! Kanat çırpar gibi bir gürültü çıkarır. Yapraklar gibi. Kum gibi. Bir ağızdan konuşur hepsi. Her biri kendi kendine! Ölmüş olmak onlara yetmez… Kendilerinden söz etmek isterler; fısıldarlar… Yapraklar gibi. Kum gibi. Kül gibi.

 

Bekledikleri Godot bir türlü gelmez. İnsanın beklediği ölümsüzlük iksirinin gelmediği gibi, eninde sonunda bir kül, bir kum taneciği gibi fısıltılar içine karışacağımızı bile bile bekler dururuz bize ayrılan sahnenin köşeciğinde bir yerde…

 

Son sözü Beckett söyler; “ Sessizlik, çığlığın tacıdır…” Belki, küllerimizin, atomlarımızın-moleküllerimizi sessiz çığlıkları, yeşermeyi, birleşmeyi bekleyen çılgın halleri gibi bir şey…