Bir söz, deyim vardır bizim diyarda; “ Kırk yılda bir” Bir kahvenin de kırk yıl hatırı vardır tabi… Bunun ötesine geçen bir seçenek içinde; elli yıl beklemiş bir insan özlemiyle uçtum balkanların diyarlarına.
Önce Makedonya Üsküp derken, Kosova Prizen, Arnavutluk geçişleri, izlenimleriyle dolan, taşan ve aynı zamanda tüm insanlığın hikâye örneklerinin yaşandığı yerde;51.yaşıma girdim.
Alışık olmadığım için herhangi bir kutlama yapmadım. Düşünmedim bile. Düşünenlerin sürpriziyle karşılaştım; Makedonya’dan Arnavutluğa geçerken. Makedon sınır kapısında ki görevliye pasaportlarımızı verdik. Kontroller çabuk yapıldı ve onaylandı. Her şey bitti sanırken; “Güven Serin” kim diye soruldu.
Hepimiz şaşırdık. Birkaç saniyelik şaşırma, yine birkaç saniyelik korkuya dönüştü. Acaba? Bir kusur, bir geri çevrilme mi? Hayır! Öyle olmadı. Rehberimiz ve şoförümüz Fuat Bey, beni gösterdi. Görevli bana dönerek; “Doğum günün kutlu olsun” Pasaportta gördüğü doğum günü tarihini, güncel zamanda; tam da 50’den 51’e geçiş anında pratik, nazik bir zekâ ile gülüşmelere, bu kez doğal ve mutlu bir şaşkınlığa birlikte karşılık verdik.
Arnavutluk; her daim; 650 yıldan bu yana Türklerle yan yana olan insanların yaşadığı yer; Ohri Gölünün kıyısında ki yaşam alanları, insan yoksulluklarıyla, insan zenginliklerini iç içe gözler önüne seriyor.
Doğa, belki de en iyi korunan yerlerden birisi; Balkanlar… Dağlar, ülkeden ülkeye uzanıyor. Üstelik üzerlerinde ormanlar var; sayısız ağaç, bitki, böcek ve kuş… Burası, hayvanlar için bir cennet…
Cennetten laf açılmışken; Evliya Çelebinin de geçtiği;” Burası cennetten bir parça dediği yerde mola verdik. Arnavutluk sınırına oldukça yakın bir yer. Burada ülke insanları, çok rahat diğer ülkelere alış verişe, sohbet etmeye, düğünlerine, bayramlarına gidebiliyor. İnsan aklı, hukuku ağır bastığı an, yaşamın anlamı ve asıl özgürlüğü çıkıyor ortaya.
Mola verdiğimiz yer; Galicica Milli Parkı. Burasını tarif et deseniz; “ Su” derim. Suların diyarı… Suyun olduğu her yerde; yeşilin her tonu olduğunu bilmeyen var mı? Var sa; Makedonya Ohri ve Galicica Milli Parkı sizi bekliyor, derim…
Tahmin ediyorum ki, buraya ilk gidişinizse ilk önce benim gibi internete girip, sizden önce gezenlerin yazılarını okuyacaksınız. Büyük çoğunluğu, yüzeysel ve birbirine benzeyen şeyler… Yanlış değil, ama özgün değiller.
Burasının UNESCO tarafından koruma altına alındığı, manastırlar diyarı, incisi ve güzelliklerini, her daim bildik kelimelerle izah etmişler. Hâlbuki bakış, anlayış ve bir parça daha yakına gelme zahmetiniz varsa; bu yerlerin insan hikâyeleri çıkacak karşınıza.
Bronz çağından kalan yerleşim alanı; Kemikler Körfezi denen yerde ki, ahşap, toprak ve saz evlerin kazıklar üzerinde Ohri Gölünün gerçek incisi haline gelişini, takı olarak size satılmak istenen incilerin, kim bilir hangi ülke üretimi olduğunu düşünmeden şaşırmanız mümkün…
Üç bin yıl önceki insanların göl üzerinde, kazıkların üstüne kurdukları yaşam alanlarını gösterme amaçlı yapılmış köyün manzarası, öze yakınlığı, göl, doğa, insanları kadar şaşırtacak sizi.
Bu diyarlarda; Makedonlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Türkler, Pomaklar, Sırplar; birçok milletten insan var. Her daim olduğu gibi… Türkler çok uzun yıllar; 650 yıl kadar geçmişe giden yerleşimlerinde; kilise, manastır kadar caminin, Türk evlerinin olduğunu, Arnavutun, Pomağın Türkçe konuşarak; insan iletişiminde anlama ve anlaşılmanın yakınlığı, kendi evimde hissetme sıcaklığını fazlasıyla yaşadım.
Gördüğüm manzara; siyasetin, siyasetçi hilelerinin her yerde kök saldığı üzerineydi. Ellerinde ki en önemli silahları; dinler… Dinlerin sayesinde de; Türkler, Arnavutlar, Pomaklar birbirine sokulmuş. Türk Çarşısı denen yerlerde, muhakkak, Arnavut, Pomak esnaf buluyor; Muhammet isminde ki Arnavut gencinin mendil satarken bile elinde ki Türk parasına olan düşkünlüğünü, mavi gözlerinde ki Türklere olan bağlılığını görmenizi isterim.
Bu gezinin amacı fazlasıyla yerini bulmuş; elli yıl beklenen özlem giderilme adına, başlangıcını yapmıştır. Makedonya’nın başkenti Üsküp’te bizi karşılaşan Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Halil Bey, Başkan Yardımcısı Necati Bey; her türlü yardımı bir anlığına bile esirgememenin lütfünü gösterdiler.
Ohri’de doğup büyümüş, gerçek bir entelektüel seviyesine, tecrübesine ulaşmış Fuat Hayrettin Bey; Ohri ve Arnavutluk rehberliğini üstlendi. Geride, bizi biz yapan, sanki dondurulmuş bir insanlık müzesi yaşamı sergileyen insanların yaşam biçimleri kaldı. Taze, özgün ve her daim ölü bir anı; anmalık değil, bir araya gelinecek, buluşulabilinecek, yaşamın her ezgisi, ritmi, renkleri birlikte paylaşılacak insanlara duyulan izlemler kaldı…
Başkent Üsküp’ten çok söz etmek gerekirse; her taraf kültür kokuyor. Camiler ve daha önceki hükümetin büyük heykellere, eski Yunan yapılarına duyduğu büyük hayranlığın çok iri gösterişli mekânları… Matka Kanyonu; doğaya tutkunların uğrak yeri; olmak için can atıyor. İster yürüyüş, ister kano veya tırmanış…
Üsküp’e iner inmez beni etkileyen en önemli şey; otobüs firmasında çalışan Leyla Hanımın Rumeli aksanı. Elveda Rumeli Dizisinin gerçek etkisini, sevgisini yaşadıysanız; Leyla Hanımın konuşmasına, dizide yaşadığınız yoğunluk gibi yoğun olmanız, şaşırmanız, sevinmeniz, kavuşmanız, çok normal…
Bu dizinin çekildiği köye gidemedim. Kaymakamlık binasının olduğu Ohri ve mekânın kendisine gidip, orada diziye yansıyan güzellikleri; milletlerin öykülerini, sinema, televizyon sanatına yansıyan etkisinin zaman aralıklarını, şimdiki zamana çağırmaya çalıştım.
Manastır-Bitola şehri; Mustafa Kemal’in liseyi okuduğu yere, şimdilik gidemedim. Elveda diyerek ayrılmadığım bu yere; belki de dünyanın her tarafına duyacağımız gibi, aitlik içinde, tekrar geleceğimin bilinciyle ayrıldım; Üsküp semalarından, dağlarında, ırmaklarının üzerinden Türkiye göklerine doğru…
Leyla Hanımın bize Ohri otobüsünde yer ayırtmak için konuştuğu şoföre söylediği sizler çınlıyor kulaklarımda; “ İyice anladın mı beni? De haydi o zaman; Bak bu yolcular Türk. Onlara yardımcı olasın! Eğerken olmaz isen, üldürürüm seni; anladın mı beni? O ka…”